Bu sende gelenekselleşen doğum günü gezisini Amsterdam’a yaptım. Bu sefer bana sadece sırt çantam eşlik etti..
Amsterdam size anlatılanlardan çok daha güzel bir şehir… Özellikle de gökyüzünde harika bir güneş parlıyorsa, mükemmel zaman geçirmeniz için hiçbir engel yok demektir. Seyahat tarihime kadar hava durumunu sürekli takip ettim hep çok kapalı ve buz gibi bir hava vardı.
Benim doğum günü şansım olsa gerek 4 gün boyunca hava güneşliydi, çok sıcak değildi tabi ama çok da soğuk değildi.
Havalimanında birkaç sorgu sualden sonra, merkeze giden treni bulmak için etrafıma sorular sormaya başladım. Nereden tren bileti alırım sorusuna karşılık “ abla sen türk müsün? Hoş geldin” diyen birinin yardımı ile merkez istasyona yolculuk başladı. Yine şansıma başka hiçbir durakta durmadan 10-12 dakika içinde merkeze yani Amsterdam Central istasyonuna ulaştık.
Trenden inip, istasyon binasından çıktım, önce tam karşıma görünen manzaraya sonra dönüp tren istasyonu binasına baktığım zaman anladım ben bu şehri seveceğimi.
Booking.com’dan rezervasyon yaptırdığım için telefonuma yükleyebildiğim çevrim dışı harita ile otelime yürümeye karar verdim. Ne kadar da doğru bir karar vermişim yolda bunu daha iyi anladım. Böyle güzel bir şehir olamaz allahım, iyi ki gelmişim ben buraya diyerek yürüyordum.
Kanallar, bisikletli insanlar, bomboş ama tenha olmayan sokaklar. Bir şehir bu kadar mı güzel olurdu. Tabi bu düşüncelerde havanın güneşli olmasının büyük etkisi var sanırım.
Otelime vardım, odamın anahtarını teslim aldım. La Boheme’de tek kişilik oda rezervasyonum vardı. Bu arada otel temiz ve çok sevecen insanlara sahip. Bol bol da Türk konaklıyor. Bu nedenle toplu alanlarda ne konuştuğunuza dikkat etmelisiniz. Aslında Amsterdam’ın genelinde çok fazla Türk var, sokaklarda yürürken çok fazla Türkçe konuşulduğunu duyacaksınız. Amsterdam’da yaşayan Türklerin sayısı da gayet yüksek rakamlardaymış, ben nüfus memuru değilim ondan rakam vermeyeceğim. Sadece gördüklerimi anlatacağım.
3,5 saatlik uçak yolculuğu ve 20 dakikalık yürüyüş sonrası gayet acıkmış olarak odama yerleştim. Yakınlarda neler var diye baktım. İlk gün yemek olarak Noodle yapan bir dükkanı tercih ettim. Kapısında sıra olmasına rağmen bekledim ve tam da istediğim gibi bir noodle yaptırıp afiyetle yedim. Şimdi sıra biraz etrafı keşfetmeye gelmişti.
Otel konumu nedeniyle benim için harika bir seçimdi, sanırım bu da benim şansım. Bu yazıda doğum günü şansından bolca bahsedeceğim. Amsterdam’dan sonrası gayet kötü gidiyor zaten hayatım. Mutsuz hissediyorum, hayatımda değer verdiğim her şeyin ya da değer verme şekillerinin farklılığı zırvaları. Ülkemde yaşanan korkunç olaylar bunların anksiyete üzerindeki yoğun etkileri ile hala atlatamadığım ağır bir depresyonun içindeyim. Kısaca iyi değilim.
Nerede kalmıştık, geziyorduk güzel Amsterdam sokaklarında… Hava kararmadan tüm markaların kepenklerini indirdiğini gördüm. Bu çok ilginçti çünkü benim ülkemde özellikle işlek caddelerde mağazalar gece yarına kadar açıktı.
Burada genellikle herkes bisiklet ile ulaşım sağlıyor. 4 gün boyunca şehir merkezinde 50 tane araba görmedim. Bu iyi bir şey tabi. Şehre âşık olmam için harika bir sebep.
Şehirde ilk günüm olduğu için kalabalık yolları tercih ettim ve sonunda kendimi DAM meydanında buldum. Parlemento binası, bir heykel ve Madam Tussaud müzesi Dam meydanında ilk göze çarpan şeyler. Biraz buralarda oyalandıktan sonra otele dönmek için geçerken ezberlediğim sokakları kullandım. Meydana inerken kullandığım sokaklar şimdi bomboştu. Ama şehrin güven veren bir yapısı vardı.
Odama geçmeden bir markete uğrayıp, biraz alışveriş yaptım. Ertesi gün Volendam’a yolculuk için biraz dinlenmeye arar verdim.