İlk güne sabah 6’da başladım. Kalktım hazırlandım ve kahvaltıya indim, benden başka kimse yoktu kahvaltıda ve her şey sımsıcak ve taptazeydi. Yediğim her şey çok fazla lezzetliydi.
Otelden edindiğim harita ve Paris şehir rehberi ile başlamaya hazırdım.
Metro haritasından bulunduğum bölgeye en yakın yere iki durak aktarma ile gidebileceğim Montmartre ( ressamlar tepesi) ‘e doğru yola çıktım. Paris’te metro bileti olarak kullanabileceğim “Carne” 10 luk bilet aldım. Metro aktarmaları ile gideceğim yere en yakın durakta indim. Pablo Picasso, Salvador Dali, Claude Monet, Vincent van Gogh ve Amedeo Modigliani gibi ressamların da zamanında emeklerini esirgemedikleri Montmartre’den geçip Sacré-Cœur Bazilikası’na yürüdüm, şehre tepeden baktım. Paris’te girdiğim ilk kilise Sacré-Cœur’du. Güzelliği ile ilgili fotoğraf çekmeye izin vermedikleri için ancak sözlü anlatımda bulunabilirim. Ama aslında kelimelere sığmayan bir şeyi anlatmak için debelenip dururum. Kilisede en dikkat çekici şey tarihi yapının harika bir şekilde korunmuş olmasıydı. İçinde geçen dakikalar ile ilgili bir fikrim yok çünkü baktığınız her köşede farklı bir detay görüp ona dakikalarca takılıp kalabiliyordunuz.
Kiliseden çıkıp geldiğim yoldan farklı bir yol kullanarak metro istasyonuna yürüdüm. Ofline yaşadığım için her şeyi haritadan takip ederek ya da yetersiz yabancı dil bilgim ile etrafta rastladığım insanlara sorarak ilerledim.
Madlen kilisesi ikinci durağım oldu. Kilisenin büyük kapısını gücüm yettiğince araladığımda içerden gelen büyülü müzik sesi ile kilisenin anbiyansına karıştım. Önlerden bir sandalyeye oturdum ve yarım saatimi etrafımı keşfetmeye ayırdım.
Madlen kilisesini diğer kiliselerden ayıran bir çok özellik vardı. Napolyon’nun emri ile yaptırılmış olan bina yunan mitolojisine uygun şekilde sütunlu inşaa edilmişti. Bu atmosferi terk etmek biraz zor oldu.
Sıradaki hedefim opera binasını görmekti, sokaklarda kayboldum, trafik için olan yer yön tabelalarını takip ettim ve karşıma ilk gün tur ile gezerken gördüğümüz Laffayette Alış veriş merkezi çıktı. Bir kadın olarak alışverişe karşı koyamazdım. Hiç tereddüt etmeden içeri daldım. Her katını karış karış dolaştım. Tabi alış veriş yapmayı da ihmal etmedim.
Kubbesi ile görkemli bir bina olan alışveriş merkezi dışardan bakınca da, içinde gezerken de çok güzeldi. Terasına çıkıp şehri izledim. Bir de ne göreyim, hedefim olan Opera binası tam karşımda duruyor. Zaman kaybetmeden Opera binasına geçip önünde gerçekleşen sokak dansı göstesini izledin. Yeteneksizsiniz Türkiye yarışmalarındaki yarışmacıların bile beceremeyeceği kareografilerle, kabileyetli amatör dansçıların gösterisini izledim.
Şehri gezmeye devam etmek lazımdı, 2 güne sığdırılması gereken kocaman bir şehir, efsanevi bir tarih vardı.
Metro’yu kullanarak herkesin adını sıkça duyduğu Paris’in en ünlü ve en pahalı caddesi olan Şanzelize’ye (Champs-Élysées) gittim. Çok acıktığım için ilk amacım karnımı doyurmaktı, mağazaların ihtişamı karın doyurmuyordu!
Léon de Bruxelles’da bir tencere midyeyi hak etmiştim. Léon de Bruxelles, Bürekselli Leon demekmiş. Tek kişi olduğumu söyleyince beni tek kişilik servis açılmış bir masaya oturttular. Bir tencere Midye ve yanına beyaz şarap sipariş ettim. Midyenin yanında bir tabak dolusu da patates kızartması geldi. İnanılmaz lezzetli yemeği 10 parmak yedikten sonra usulen tencerenin dibinde kalan suyu kaşıkla çorba misali içtim. Gerçekten denemeye değer harika bir lezzetti Bu yemeği krem karamel ile taçlandırmayı da ihmal etmedim. Garsonlar ile Türkçe “afiyet olsun”, “teşekkür ederim” merasimini bitirip, “ladisyon sivuble” ile hesabı isteyip, bu harika deneyime noktayı koydum.
Artık Champs-Élysées’ı boydan boya keşfetmenin zamanı gelmişti. Yolun Zafer Takı’na bakan yönüne yüzünüzü verdiğinizde sağınızda gördüğünüz Türk bayrağı, biz Türkler her yerdeyiz izlenimi yaratıyordu.
Yolda yanınızdan geçen onlarca milletten farklı dillerde konuşan yüzlerce turistle sokakları ve mağazaları arşınladım.
Zaman Eyfel’e doğru yol alma zamanıydı.